Türkiye’de de faaliyet gösteren internet reklamcılığına yönelik en büyük kuruluş IAB (Interactive Advertising Bureau) ve araştırma şirketi PWC’nin
2008 yılına yönelik sunduğu rapora göre sadece ABD’de internet mecralarına
reklam için 23 milyar 400 milyon dolar harcandı. Bu bir önceki yıla oranla
yüzde 10.6 oranında artış anlamına geliyor(
getir.net/hqs ). Diğer bir araştırma şirketi IDC’nin 2011’e; yani
bir buçuk yıl sonraya yönelik tahminiyse dünyada
internet reklamcılığın pastasının 106 milyar dolara ulaşacağını gösteriyor (
getir.net/hqy ).
Buna çeşitli gerekçeler bulmak mümkün. Sokaktaki pano, dergideki sayfaya oranla çok daha ölçülebilir ve hedeflenebilir, ulaşılan kitlenin daha büyük ya da birim maliyetin (kimi durumlarda) daha hesaplı olması gibi onlarca sebepten istediğinizi seçebilirsiniz.Ama hepsinin göz ardı ettiği bir şey var. İnterneti bir reklam ya da pazarlama faaliyeti için cazip kılan şey bizzat onu oluşturan bireylerin kendisi. Kimilerine iddialı geliyor ama gözü internetten başka bir şey görmeyen kitlenin nüfus içindeki oranı hemen her coğrafyada giderek büyüyor. Onlara basılı gazete ya da dergiyle, televizyonla, radyoyla ulaşamıyorsunuz.Gazete-dergiyi de internetten okuyor, televizyonu da internetten seyrediyorlar. Birçoğu internetten takip ettiği gazetenin basılı halini eline bile almış değil. Özellikle Türkiye’de internet trafiğinin de büyük bir lokmasını yutan köklü haber markalarına yönelik ciddi bir tehdit bu. Zira bu yeni nesil okuyucu kitlesinin çoğu için o marka internetteki yüzünden ibaret. İnternet haberciliği rakipten en hızlı haber kopyalama, reklamı bolca gösterebilmek için bir haberi 10 defa tıklanarak okunabilir hale getirme, yerli yersiz meme-popo galerileri koyup sayfayı et pazarına çevirme yarışına döndü döneli gidişat pek umut vermiyor. Yarım asrı geçmiş imajların hepi topu beş yıl içinde yerle yeksan oluşunu; daha da kötüsü daha 10 yılını bile doldurmamış internet markalarıyla aynı lige düşüşünü hep birlikte izliyoruz. Belli ki kimse bu kadar ince düşünmüyor henüz. Onun da vakti gelecektir elbet.
Medya bir yana ticari markalar için de durum çetrefilli. Onlar da yeni hedef kitlelerinin yeni mecralara dağılmış olduğunun iyi-kötü farkında. ‘Bizim oğlanın bu işlerden anlayan bir arkadaşı’ tarafından yapılan ve muhtemelen son sekiz aydır kimsenin girip bakmadığı web sitesiyle bu işlerin yürümeyeceğinin de...Gel gelelim mecrayı tam bildikleri de söylenemez.
Geleneksel bir reklam kampanyasında önünüzde seçenek olarak bir elin parmaklarını anca geçen sayıda gazete ve dergi; bir elin parmağını bile geçmeyen dış mekân reklam ağları ve iki düzine TV / radyo kanalı var. İnternetteyse binlerce farklı site. Dolayısıyla internete yönelen firmalar ya kendi akıllarının erdiği kadarıyla bir şey yapacak ya da bu işi çok iyi bildiğini iddia ettiği firmaların vakumlarında bütçe eritecekler.Üstelik yepyeni parametreler var artık. Sayfanın ekranda belirme süresi 2 saniyeden uzun sürerse ‘açılmıyor’ deyip başka siteye gidenlerin, aradığı şey için en fazla dört tıklama yapanların, yaptığı Google arama sonuçlarının üçüncü sayfasını asla görmeyenlerin dünyasından söz ediyoruz.Bir de ‘sosyal ağ’ denilen yapılar var.
Türkiye’nin en popüler örneği; ulusal nüfus kayıt sistemimiz Facebook’tan yola çıkalım. Facebook bugün Microsoft’un MSN’i ilk kurduğu 1995 yılındaki alternatif internet hayalinin gerçekleşmiş hali. Kendine has bir cumhuriyet. İçinden çıkmadan her şeyi yapabildiğiniz dev bir alışveriş merkezi. Üstelik uygulama geliştiren, üstünde pazarlama yapan, reklam kurgulayan binlerce firma için de dev bir ekonomi. Ve seçeneklerden sadece biri.Bu yeni mecraların farkında olanların üstüne kurulu bir başka ekonomi var. Oysa bir firmanın bu tip işleri dışarıdaki başka bir firma ya da kişiye teslim etmesi de çok anlaşılır bir şey değil. Uzmanlık mutlaka belirleyici ancak marka müdürlerinin bu işi tamamen uzman ajanslara devrettiği senaryolarda da yapay, sakil ve faydadan çok zarar getiren sonuçların çıkması da kaçınılmaz. Mevcut örneklerle de bunu görüyoruz zaten.
Artık kimse sizin web sitenizle ilgilenmiyor. Ürün kampanyanız için tasarladığınız ve çok yaratıcı olduğunu sandığınız gelip geçici (mikro) sitelerle de. Şirketi ve markayı blogundan ve Twitter hesabından takip eden, yaşadığı sorunları yine bu kanallardan dile getiren ve ‘çözüm bekleyen’, derdini forumlara kusan, hayranlığını firmanın Facebook sayfasında ifade eden, reklamlarını video paylaşım sitelerinden izleyen bir kitleden söz ediyoruz. Hatta seçeceği markaları önceden web’den araştıran bir kitleden...Ve o markalara hiç de muhtaç değiller. Eyvallahları yok, kafaları bozulduğu an postayı koyup sırt çevirebilirler. Sizin kullandığınız her mecrada neredeyse eşit haklara sahip olduklarından sizin silahınızla sizi de vurabilirler. Böyle bir mecrada ‘hayatta kalmaya’ hazır mısınız? İşin kuralı da ne basit bilseniz...Net, dürüst ve samimi olmak. Bu kadar!